29 Ocak 2015 Perşembe

Benim adım Rachel Corrie, ben bugün öldüm!

Amerikalı barış gönüllüsü Rachel Corrie’nin günlüklerinden yola çıkılarak hazırlanan ‘Benim Adım Rachel Corrie’ oyununu çeviren ve oynayan Setenay Yener’le ölüm yıldönümünde Rachel’ı anıyoruz.




Sekiz yıl önce bir buldozerin dişleri arasında öldüğünde tek bir amacı vardı; Filistinli ailenin evinin yıkılmasını önlemek… Buldozer aldırmadı, sesini duymadı. Yaşasaydı 31 yaşında olacaktı Rachel Corrie. Sadece bedeni değil, içi barışla, umutla dolu hayalleri, hedefleri de toprağın içine gömüldü. Bugün Rachel’ın ölüm yıldönümü. Onu hatırlamak, hatırlatmak, tanımayanlara da tanıtmak için ‘Benim Adım Rachel Corrie’ oyununu Türk tiyatrosuna kazandıran Setenay Yener’le konuştum.



Bu röportaj dünya barışı için mücadele verip hayatını yitiren tüm Rachel Corrie’ler içindir.



*Rachel Corrie’yle yollarınız nasıl kesişti? İsrail – Filistin Savaşı’yla yakından mı ilgileniyordunuz?



Rachel’ın adını ilk Amerika’daki üniversite hocalarımdan duydum. Antropoloji hocam David McMurray, Oregon Eyalet Üniversitesi’nde Orta Doğu’da yaşanan olaylara dikkat çekmek için bir şeyler yapmak istemiş. Ve drama hocam Charlotte Headrick ile bağlantıya geçmiş. Benim Adım Rachel Corrie adlı tiyatro oyununu beraber yapmak için kolları sıvamışlar. Yazışırken bana bunlardan bahsetti. Ben de hem oyunla hem Rachel’la ilk kez o zaman tanıştım. Sene 2008’di. O zamana kadar Filistin meselesi ile yakından bir ilgim yoktu. Bu mesele benim için çocukluğumdan beri kendi hayatımı yaşarken arka fonda duyduğum ve çoğunlukla televizyondan gelen ‘Batı Şeria’, ‘Gazze’, ‘Intifada’ gibi anlamını tam da bilemediğim isim ve sözcüklerden ibaretti. İnternette oyunu araştırırken Rachel Corrie’nin ölüm anını ve resimlerini gördüm. Bir evin yıkılmasını önlemeye çalışıyor ve eziliyordu. Bu anlatılması gereken bir şeydi. Bu istekle yola çıktım. Çıktığım bu yolda birçok şey geldi başıma. Rachel’ın yazdıklarıyla 3 sene boyunca içli-dışlı olmak, olayları onun gözlemlerinden tanımak ufkumu genişletti. Kullanmış olduğu kelimeleri ve noktalama işaretlerini düşünmek, onun dünyasının derinlerinde gezinmek beni de zenginleştirdi. Kendi vicdanımla da bol bol yüzleştirdi. Filistin meselesine gelince, Rachel’ın içimde uyandırdığı bu ilgi sonucunda artık bir uzman olmasam da, çok daha fazla bilgi sahibiyim.







*Henüz 23 yaşındaki bir kız kolay kolay herkesin yapamayacağı bir şeyi yapıyor; gayet rahat bir hayat sürerken ülkesini bırakıp savaşın merkezi Gazze’ye gidiyor. Barış gönüllüsü olarak çalışıyor. Özellikle bir kadın için bu büyük cesaret.



Aslında Rachel hiç bir zaman kendisini tehlike altında hissetmiyor. Orada öldürüleceği aklının ucundan bile geçmiyor. Bizim “müthiş bir cesaret” diye bahsettiğimiz şey onun doğasında var. Cesur olmak ya da cesaret göstermek değil onun amacı. Merak ediyor, “Ben bir Amerikalı olarak kimlerin hayatını nasıl etkiliyorum acaba?”diye. “Vergilerimle beslenen Amerikan ordusunun girdiği yerlere gidip oradaki insanlarla tanışma ihtiyacı hissediyorum” diyor. Gidip kendi gözleriyle görmek istiyor. Görüp yazmak istiyor. Yaşadığı yer olan Olympia’da savaş karşıtı çalışmalar yapıyor zaten ama artık bu çalışmaları kendi yerelinden çıkartmak istiyor. Vizyonunu genişletiyor ve Gazze’ye kadar uzanıyor. Ve ne yazık ki orada büyük ihtimalle onun da ödediği vergilerle satın alınmış bir buldozerin altında can veriyor. Sadece bir İsrail buldozerinin değil, karşıt durduğu bir sistemin altında da ezilerek can veriyor.





*Rachel’ın yıkılmasın diye mücadele ettiği o ev, olay sonrasından hemen yıkıldı mı? O aileden haber var mı?



Olay sonrasında hemen yıkılmamış. Nasrullah ailesi çok uzun bir zaman boyunca Rachel bu evi korurken canından oldu diye o evi terk edememişler. Ama en sonunda çıkmak zorunda kalmışlar. Aile yaşıyor, Gazze’deler ve Rachel’in ailesi ile yakın ilişkiler içerisindeler. Rachel’ın yarım bıraktığı çalışmalara birlikte devam ediyorlar. Ev ise, tabii ki de, artık orada değil.







*Oyuna gelirsek… ’Benim Adım Rachel Corrie’de Rachel’i oynarken kendinizle benzeştirdiğiniz şeyler oldu mu hiç? İşin ilginç yanı aynı yaştasınız, fiziksel olarak benziyorsunuz da. Peki siz de onun gibi hayatta cesur olanlardan, ‘ölümüne’ savaşanlardan mısınız?



Rachel’la ortak yönlerimiz çok. Aynı kafadanız. Lise son ve üniversitede birbirine çok yakın yerlerde oturmuş ve birbiriyle çok benzer arkadaş çevrelerine sahip olmuşuz. Aynı tarz ortamlarda takılmışız. Aynı tarz müzikler dinlemiş ve birçok aynı şair ve yazarlardan etkilenmişiz. Ben de üniversite yıllarında yaşadığım yerde yapılan savaş karşıtı çalışmaların hepsinde yer alıyordum. Sıkı bir kadın hakları ve hayvan hakları savunucusuydum. Elimde megafon sirk kapılarında çocuklarını içeri sokan anne-babalara “Lütfen bir daha düşünün, içerideki hayvanlar çok mutsuz …” diye sesleniyordum. Daha ne hikâyeler… Kampüste kadınlar için güvenli bir yer olan ve kadın hakları çalışmaları yapan Women’s Center’da çalışıyordum. Anarşist bir çocuğa aşıktım. Atlayıp her yere gidebilecek ve her şeyi yapabilecek bir coşkum vardı. Bu konuda ortak noktamız çok. Hatta karşılaşmış veya aynı eylemlerde bulunmuş olma ihtimalimiz çok yüksek. Ama tabii ki de ben Rachel Corrie değilim. İnandığım davaların peşini asla bırakmayan, ters giden bir şeyler gördüğümde konu ile ilgili elimden ne gelirse ardıma koymayan, pro-aktif bir mizacım var. Barış için, doğa için, çocuklar için ve aşk için mücadele etmekten hiç yılmam. Ama Gazze’ye gidip bir evle bir İsrail buldozerinin arasına geçebilmek başka bir şey. İşte o anlamda hiç de yürekli sayılmam.





14 Ocak 2015 Çarşamba

RACHEL İN DÜNYASI

28 Şubat 2003




(Annesine)



E-postama yanıt verdiğin için teşekkürler Anneciğim. Sizden, ve beni düşünen diğer insanlardan bir şeyler duymak bana çok iyi geliyor.



Sana yazdıktan sonra yaklaşık 10 saat boyunca, grubumla bağlantım kesildi. Bu sürede, Hay Selam’daki cephe üstünde yaşayan bir aileyleydim, benim için yemek hazırladılar, kablolu TV’leri de var. Evlerinin ön cepheye bakan iki odası kullanılamıyor çünkü duvarlarda mermi delikleri var, dolayısıyla tüm aile—üç çocuk ve anne baba—ebeveynlerin odasında yatıyor. Yerde, en küçük kız olan İman’ın yanında yatıyorum, ve hepimiz battaniyeleri paylaşıyoruz. Oğullarına İngilizce ödevinde biraz yardımcı oldum, ve hep birlikte Hayvan Mezarlığı ismindeki korku verici bir film izledik. Filmi izlerken yaşadığım korku galiba hepsine çok gülünç geliyordu. Cuma tatil günü, uyandığımda da Arapça seslendirilmiş Lastik Ayıcıklar’ı seyrediyorlardı. Onlarla kahvaltıyı yaptım ve orada bir süre oturup bu koca battaniye yığınının içinde aile ile beraber, bana Cumartesi sabahı çizgi filmlerini andıran şeyi seyretmenin keyfini çıkardım. Sonra Nidal’ın ve Mansur’un ve Büyükannenin ve Rafet’in ve yanlarında kalmamı can-ı yürekten isteyen bu geniş ailedeki diğer herkesin yaşadığı, B’razil tarafına doğru yürüdüm. (Bu arada, öbür gün, Büyükanne bana, boyuna üflediği ve siyah şalını işaret ettiği, Arapça, pandomimli bir ders verdi. Nidal’a, ona annemin burada birisinin bana, sigaranın ciğerlerimi kapkara yaptığıyla ilgili bir ders verdiğini bilseydi memnun olacağını söylettim.) Nuseret kampından onları ziyarete gelen gelinleriyle de tanıştım, ve onun küçük bebeğiyle oyun oynadım.



Nidal’ın İngilizcesi her gün daha da gelişiyor. O, bana “kardeşim” diyen. Büyükanneye İngilizce nasıl “Merhaba. Nasılsınız?” denildiğini öğretmeye başladı. Her an geçen tank ve buldozerlerin sesini duyabiliyorsun, fakat hepsi de birbirlerine, ve bana karşı gerçekten çok içtenler. Filistinli arkadaşlarımlayken, insan hakları gözlemcisi, belgeleyici, ya da doğrudan-eylem direnişçisi görevi üstlenmeye çalıştığım zamankilerden, biraz daha az korku duyduğumu hissediyorum. Onlar, büyük mücadelelerin nasıl verildiğine dair iyi bir örnek. Bu durumun onlara her bakımdan, çok büyük sıkıntılar yaşattığını—ve sonunda onları alt edebileceğini—biliyorum, fakat gene de onların, yaşamları içerisinde süren bu dehşete, ve ölümün sürekli kol geziyor olmasına karşın, insanlıklarını—gülüşlerini, cömertliklerini, ailelerine ayırdıkları vakti—bu kadar iyi korumaktaki güçleri beni şaşkına çeviriyor. Bu sabahın ardından kendimi çok daha iyi hissediyorum. Neredeyse ilk elden, hala ne denli canavarlaşabilmemizin mümkün olduğunu keşfedişimin hayal kırıklığı üzerine yazmak için, uzun zaman harcadım. Hiç değilse şunu belirtmeliyim ki, insanların—daha önce hiç görmemiş olduğum kadar—en korkunç hallerdeki sahip olduğu gücün, ve temel insanlığını yitirmeme yeteneğinin derecesini de keşfetmekteyim. Galiba aslolan onur. Bu insanlarla tanışmanızı isterdim. Belki, umarım, bir gün bu da olur.



Rachel

4 'e BÖLÜNMÜŞ YAŞAMIM

evim Avrupa da hastanem Asya da aklım USA da kalbim Münih te..

28 Eylül 2014 Pazar

2 kıta arası yaşam

avrupa dan asya ya geçiş pazar sabahı 35 dk ,hafta içi 90 dk allahım bana güç ver! istanbul un en çirkin semtini pendik ilan ediyorum...

12 Şubat 2012 Pazar

21.yüzyıl !

taraf gztsnden alıntılanmıştır

Cindy Corrie:End of the Year

Dear Friends,




It's become part of our annual ritual at the Rachel Corrie Foundation to write this end-of-year newsletter and use it as an opportunity to reflect on all that has been and all that can be. We dedicate this issue to Scott Kennedy - co- founder of the Resource Center for Nonviolence in Santa Cruz, former city council member and mayor, a giant contributor to efforts for justice and peace in Israel/Palestine, and our friend. Scott died unexpectedly November 19th - one week after leading his final tour to the Middle East with Interfaith Peace-Builders. In 2004, as mayor, he declared March 16th Rachel Corrie Day in Santa Cruz and said, “It is a very sad commentary on the state of political affairs in the United States that our national government has done virtually nothing to find out what happened…” In 2005, he hosted Craig and me and members of the family whose home Rachel stood to protect, in a memorable Santa Cruz visit. He was a brave, passionate man who helped us find our voices.





I’m writing from home, wrapping up work before departing for an uncle’s funeral in Iowa and a grandchild’s birthday on the east coast. Life’s cycles are very present for me. From my living room, I’m able to gaze at “Rachel’s tree.” It’s now a gorgeous, lushly green, fifty-foot-tall Douglas fir, nurtured by the rains, sun, and soils of the Pacific Northwest. It was a tiny five-inch seedling when Rachel brought it home from an elementary school field trip and planted it in our yard. We love trees and have others that are named, but numerous seedlings through the years haven’t fared so well. This tree, though, dominates the view from our dining room window and is a reminder of the ability and power of seeds to grow into things magnificent – and a reminder of all that Rachel has left behind. Seeds planted by people like Scott Kennedy and Rachel expand as we keep their spirits and examples alive in our own work.




It has been a momentous year for the world and for the Rachel Corrie Foundation. The outcomes of all we have seen erupt in the Middle East and North Africa and in Occupy communities across the U.S. remain unclear, but we have turned a corner to a place where personal freedoms, human rights, and opportunity will no longer be easily denied. This newsletter includes news of our 2011 accomplishments – and there are many – but more important are our plans for 2012 and after, intended to support struggles for equality and justice in the Middle East and beyond. We look forward to Olympia’s first Arab Festival in October, to supporting boycott, divestment, and sanctions (BDS) efforts in Olympia and elsewhere, and to increasingly effective connections with friends in Gaza, the West Bank, and Israel.



As we embark on our ninth year, our partnerships with those who work on Israel/ Palestine and on many related issues are key. The connections make us stronger. We are strengthened also by volunteers – many locally in Olympia, but by those, too, across the world who creatively share Rachel’s story and the work that emanates from it. We appreciate you!



This is a time of year when we ask for help. We need your support more than ever – to sustain our current work and to do even more. Please take time during this busy season to consider how you can support the Rachel Corrie Foundation now and in the coming year – but most of all, know how grateful we are for your interest and support in 2011 and for all the personal actions you have taken to move our collective efforts for justice and peace in Israel/ Palestine forward.



Peace, Salaam, Shalom,



Cindy Corrie, President, Rachel Corrie Foundation



30 Aralık 2011 Cuma

Another World




kış mevsimi gökyüzü  erken kararıyor ve ben ki kışı sevemeyen biri olarak bu kış yalın ve çekici bir İstanbul güzeli olan Sultanahmet sokaklarını  ,muhteşem Kapalı Çarşıyı  ,Sirkeci ve Eminönü nü keşfe çıktım ve ziyadesiyle memnun kaldım , birde isveçli Ane Brun ı geç keşf edişim bu kış bitkin ruh halinden beni muhafaza edecek gibi ve günlerdir kulağımdan eksilmeyen Ane nin bir şarkısı ...
bu  muhteşem  ses beni hem dinginleştiriyor hemde dinamikleştiriyor ... şükürler olsun.
herneyse bu akşam 20 de nöbetim var güle oynaya olmasada huzurla yola koyulmalıyım

7 Kasım 2011 Pazartesi

БЛАГОСЛОВЛЯЮ ВАС

canim ülkem ve tüm yeryüzü

EİD MUBAREK !





Ve Van depreminden etkilenen canım kardeşlerim dualarımız ve desteğimiz sizinle.


Благословляю Вас,


Благословляю Вас,

Благословляю Вас

На все четыре стороны
















27 Ekim 2011 Perşembe

When We Were Beautiful

The world is cracked


I wonder it went


Lets go backfind it




...





13 Ekim 2011 Perşembe

FARKINDALIK VE YETERLİLİK

Gecenin bir vakti 20 de  nöbeti devraldım ama yorgunluk kızgınlıktan eser yok kendime şaşırıyorum oysa salı günüm bemberbat geçmişti mesleki yeterliliği zayıf olan, işgüzar ,bol laf az icrat yapan adeta ' pasif agresif 'kişilik sergileyen bir grupla çalışıp adeta burnumdan soluyordum  ...

Ve tekrar şu gerçeği bir daha kabulleniyorum ; saatin, mekanın, beden yorgunluğun  iş hayatındaki önemi nerdeyse benim için artık sıfırlanmış durumda ;çalışılan ekip arkadaşlarının kendileriyle barışık olması ruh sağlığının iyi olması ve mesleki yeterlilik olmazsa olmazlarımdır yer zaman vs hikayedir artık benim için.

İyiki ama iyiki varsınız ,zarif ve çalışkan Duygu ;özverili ve heyecanlı Elmas ; güvenilir ve dikkatli Gökhan!Sahi bu ne büyük bir zenginliktir işini sevdiği için yapan ,sadece zaman (8 saat) geçsin demeyip memur  zihniyetiyle hareket etmeyen ,hekimin ,müdürün veya başka bir üst kıdemdeki birinin uyarısıyla değilde kendi otokontrolünü sağlamak sahi ne büyük  zenginlik ...

10 Ekim 2011 Pazartesi

Orange Sky


sevgili Emirhan ın gecikmeli de olsa yeni yaşıkutlu olsun ve gelecekte Yüce Allah  sana nice nice güzellikler göstersin ,
24 eylül 1999 da dünyamıza renk katan Emirhan seni çok seviyoruz

9 Ekim 2011 Pazar

İki damla

Hayat, çok değişik mecralardan, bin bir farklı biçimlere bürünerek, hep değişip hep çoğalarak, envai türden duygularla hem kirlenip hem aklanarak, bazen durulup bazen çağıldayarak akar gider.




Çoktur hayat.



Ölüm tektir.



Aynı yerde, aynı biçimde durur, hiç kımıldamaz.



Hayatın çokluğu ölümün tekliğine çarptığında, bütün duygular tek bir duyguya, bütün insanlar tek bir insana dönüşür.



Bütün insanlık tek bir insana, bütün duygular tek bir duyguya döndüğünde, biz ölüm karşısında bütün insanlığı ve bütün duyguları tek başımıza taşımak zorunda kaldığımızda, yüzümüz, içini göremediğimiz bir sonsuzluğa çevrildiğinde, sevdiğimiz insanı o sonsuzluğa uğurladığımızda, sonsuzluğun bütün ağırlığını hisseder, hepimiz birbirimize benzeriz.



Hayatın içinde ne varsa yok olur.



Keder kalır geriye.



Sonsuzluk kadar büyük ve paylaşılması imkânsız bir keder.



Tanrı hepimizi o kederde eşitler, bütün hayatımızı, adımızı, rütbemizi, yaşımızı, geçmişimizi siler bir anda, Tanrı’nın masum ve çaresiz çocuğu oluruz hepimiz.



Hayatın tek ve büyük gerçeğinin kaybetmek olduğunu anlarız.



Kazanma isteğinin manasızlığını ve günahkârlığını fark ederiz.



İmam, “helallik” istediğinde Erdoğan’ın yüzünü gördüm.



O anda Başbakan Erdoğan değildi.



Annesi çocukken onu nasıl çağırıyorsa oydu, ya Recep’ti, ya Tayyip’ti ama Erdoğan değildi, başbakan da değildi, orta yaşlı bir adam da değildi.



O anda, annesinin çağırdığı isimle çağrılan bir çocuktu yalnızca.



Annesini kaybetmiş bir çocuk.



Dudaklarının kıpırdadığını, yüzünün kasıldığını, göz pınarlarından iki damla yaş süzüldüğünü gördüm.



İçim titredi.



Ben annemi kaybedeli çok oldu.



Ama anne acısı hafiflese de geçmez, annesini kaybeden bir çocuk, kaç yaşında olursa olsun kızgın bir kederin mührüyle mühürlenir, o iz orada hep kalır.



Tanrı’nın vurduğu bir mühürdür o.



Ondan sonra artık her şeyi daha farklı görürsün.



Annem öldüğünde, o ölümün bir daha azalsa da asla dinmeyecek acısını çekerken, annem bir parçası haline geldi diye ölümü bile sevdim, ölüm korkusundan kurtuluşa ilk adımı ben öyle attım.



Annesi ölen herkesi de çocuğummuş ya da kardeşimmiş gibi sevmeye, şefkat duymaya öyle başladım.



Annemi alan sonsuzlukla karşılaştığımda, bütün duyguların tanrısal bir tekliğe nasıl kavuştuğunu gördüm.



Tek olanın, çok olandan daha güçlü olduğunu orada öğrendim.



Yaşamanın kazanmak olduğunu sanıyordum, yaşamanın kaybetmek olduğunu, her kaybedişin getirdiği kederi ve çaresizliği tevekkülle taşımak olduğunu, sonsuz bir kayboluşa doğru kaybede kaybede yapılan bir yolculuk olduğunu kavradım.



Ölüm sillesini vurduğunda, her zaman aynı “tek” ve güçlü darbeyi indirdiğinde geçmişi siler, hayatın biriktirdiklerini bir anda silecek kadar kudretlidir, o korkunç anda gerileyen ve yenilen hayat sonra yavaş yavaş çeşitli mecralardan, envai biçimlere girerek geri gelir, ölümün tek ve kesin bir darbeyle yıktığını usul usul tamir eder.



O büyük tahterevalliye kendi ağırlığını acele etmeden koyar.



İyileşirsin.



Belki de “ölümle” iyileşmişken hayatla yeniden hastalanırsın, hırslarına, öfkelerine, kavgalarına, beklentilerine, zaaflarına geri dönersin.



Ama içinde, ölümün acıtıcı, gerçeği ve doğruyu gösteren izi kalır, hayatın iğvasına kapılsan da artık karar verirken ölümün bıraktığı o “tek izi”, sonsuzluğu, kayboluşu hep görürsün.



Her cenaze, annesini kaybeden her çocuk sana hep aynı “tekliği” hatırlatır.



Hayatın parçaladığı ne varsa sana biraz manasız gelir.



Bilirsin ki tekten gelir teke gidersin.



Anlarsın ki ikisinin arasındaki manasızlıklara çok kapılmamak gerekir.



Bunları öğrenirsin ama kederle öğrenirsin, bir daha iyileşmeyecek bir kederle, büyük bir kudretin ruhuna vurduğu mühürlü bir kederle.



Hayat düşman etse de ölümün kardeş ettiğini bilirsin.



O iki damla gözyaşını gördüm.



Her şey silindi aklımdan.



Erdoğan değildi artık o, annesi nasıl çağırıyorsa oydu, ya Recep’ti, ya Tayyip’ti, bir çocuktu.



Hayata ve parçalanmışlıklara yarın yeniden dönecek olsak da o anda bana bir kardeş gibi gözüktü, ona annesini daha önce kaybetmiş, o kederi daha önce yaşamış biri, ölüm sıralamasındaki bir abisi olarak usulca dokunarak, “geçecek” demek istedim, “izi hep kalacak ama geçecek.”



Tarihin içinde aynı acıyı defalarca defalarca yaşayan, ırksız, milliyetsiz, cinsiyetsiz, rütbesiz milyarlarca kardeşlerdendik o anda.



Tanrı’nın sonsuz gücü, kazanmanın düşman ettiklerini, kaybetmenin kardeşliğine o iki damla gözyaşıyla döndürebiliyor işte.



İçin titreyip, “başın sağolsun” diyorsun.



ahmetaltan111@gmail.com


taraf gazetesi


9 Eylül 2011 Cuma

Dünyanın en yüzsüz adamları

Bu günlerde ‘artık bu kadarı da olmaz; işte bunu yapmış olamazlar’ dedirten gelişmelerin içinde kendinizi buluyor musunuz bilmiyorum ama, kriz ve krize bağlı dönüşüm zamanlarında bu tür gelişmeler, olaylar çok olur. Bazıları, ‘eskinin’ olduğu gibi devam edeceğini zanneder. Ancak işlerin ‘eskisi’ gibi gitmeyeceğini görünce saçmalamaya, hiç yapılmayacak şeyleri yapmaya başlar.




İşte bu durumlarda, bunu yapmış olamazlar dedirten gelişmeler, günlük hayatın olağan, giderek kanıksanan rutinlerine dönüşür. Ancak toplum, bu rutinlere teslim olmaya, bunları kabul etmeye başlarsa ‘eski’ ve yozlaşmış olanın yeniden geri gelmesi ve ‘eskisinden’ daha beter sonuçlara yol açması da kaçınılmazdır.



Dünya ekonomisi çok önemli bir değişimin içinde. Bazı sektörler, işler eskisi gibi gitmeyecek. Yeni sektörler, yeni yapılar ortaya çıkacak. Batanlar, servetlerini kaybedenler olacak.



Çünkü bu, kapitalizmin belki de en büyük dönüşümü. Bırakın sektörleri devletlerin bile ortadan kalkacağı bir döneme adım attık. Kapitalizm, Lehman gibi spekülasyon yumaklarını, Enron gibi ‘üç kağıtçı’ piyasa yapıcılarını artık barındırmayacak.



Bundan böyle piyasa mekanizması da eskisi gibi işlemeyecek, devletlerin ve bunların ürettiği mafyatik yapıların, engellerin etkisi daha az olacak.



Mesela futbol eğer bir endüstri ve piyasa ise burada, bırakın mafyayı, devletlerin bile eli öyle ‘eskisi’ kadar uzun olmayacak. Çünkü bu piyasanın, ulaştığı küresel büyüklüğe uygun işlemesi gerekir ki; buraya uzun vadeli yatırımlar yapılsın, krizler olmasın.



İşte yukarıda bahsettiğim ‘bu kadarı da olmaz’ gelişmelerinden biri geçen gün, futbol dünyamızda oldu.



Futbol kulübü yöneticileri, şikenin ‘düşmeye yol açacak’ bir suç sayılmaması kampanyası başlattılar. UEFA’nın, dünya futbol endüstrisini düzenlemeye, şikeye sıfır tolerans sloganından başladığı günlerde bunu yaptılar ve bunun için siyasi parti liderleri ile görüştüler.



Bu bayların ‘şike suç olmasın’ kampanyası bana başka bir olayı da hatırlattı.





Katil bir endüstriyi savunmak









Sanıyorum 2010 yılının başlarıydı; hükümet kapalı yerlerde sigara yasağını uygulamaya başladığından beri tartışmalar yoğunlaşmıştı. Sigara tekelleri, Türkiye pazarını kaybetmemek için yeni kampanyalar peşindeydi. Bu gruplar, büyük bir özgüven ve cüretle ‘eskisi gibi’ davranmaya devam ediyorlardı. Örneğin BAT temsilcileri, sigara yasağının kaçakçılığı artırdığı savını basında işlettikten sonra hükümete, kaçakçılıkla birlikte mücadele teklifinde bile bulunmuşlardı. Aynı tarihlerde Türkiye’de bulunan Dünya Sağlık Örgütü’nden Sylviane Rate, ‘BAT, Türk hükümetine gidip, yasadışı ticaret ile mücadele yardımı önerecek ve bunu kamuoyuna açıklayacak cesareti nereden buluyor’ diyerek şaşkınlığını dile getiriyordu.



Çünkü bütün dünya basını biliyor ki; aralarında BAT’ın da bulunduğu tütün tekelleri, dünyanın çeşitli yerlerinde parlamento ve savcılık soruşturması geçirmiştir. Bu soruşturma ve davaların konusu da, tütün şirketlerinin, ‘küresel ölçekte süre giden şekilde sigara kaçakçılığı yapmaları, narkotik kaçakçılığından elde edilen gelirleri aklamaları, hükümetlerin tütün şirketlerini izlemelerini, fiyat belirlemelerini bloke etmeleri, kamu çalışanlarına rüşvet vermeleri’ gibi oldukça ağır kriminal durumlardır.



Dünya Sağlık Örgütü’nün Küresel Tütün Salgını Raporu’nda, tütüne bağlı ölümlerin 2030 yılına kadar 175 milyonu geçeceği belirtiliyor. (Bkz: Grafik)



Şimdi bu tütün tekelleri, hâlâ lobi ve reklam faaliyeti yapıyorlar. Mesela CHP gibi bir partiyi etki altına alıp, sigara yasağının ve TV’lerde gösterilen sigara karşıtı filmlerin kaldırılması için parlamentoda bile faaliyet gösteriyorlar. En son CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel bunların kalkmasını istedi.



Şimdi Sağlık Bakanlığı, ‘siyah paket’ uygulamasına başlayacak; bakın göreceksiniz bunu engellemek için ne dolaplar çevirecek, hepimize nasıl ‘bu kadar da olmaz’ dedirtecekler.



Dünyada her yıl sigaradan doğrudan 5.4 milyon insan yaşamını yitiriyor. Sigara alışkanlığında, sigara paketleri ve markasının, özellikle gençler üzerinde payı büyük. Mesela 1975, RJ Reynols Raporu’nda şöyle denmekte: Araştırmalar, 14-18 yaş grubunun giderek artan oranda sigara içtiğini göstermektedir. Büyümemizi garanti altına almak için, markamızı bu gruba belletmeliyiz’ Şimdi bakalım bize ‘bu kadar da olmaz’ dedirterek bu katil endüstriyi kimler savunacak, göreceğiz...

Cemil Ertem


star gazesinde yayınlanmıştır


9 Eylül 2011 Cuma



31 Ağustos 2011 Çarşamba

selamlar benim ruhumdan senin temiz ruhuna

EİD MUBAREK !

YERKÜREYE VE TÜM ÇOCUKLARA ; MUTLU BAYRAMLAR



Hayata değişik yönlerden baksak bile sonunda varmak istediğimiz ideal aynı yerde...


 Payyatna!

26 Ağustos 2011 Cuma

3. seçenek !

diktatörlükle, modern sömürgeciler tarafından özgürlüğe kavuşturulmak arasında tercih yapmaya zorlanmak ne kadar acıklı. 3. seçenek olmalı.


ayse karabat

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Loreena McKennitt - The Gates of Istanbul

Islam Without Extremes: A Muslim Case For Liberty

Islam Without Extremes: A Muslim Case For Liberty



DOWNLOAD FREE INTRODUCTION

ORDER ONLINE FROM AMAZON



Interviews: NPR
Reuters
National Review Online
The Economist
Today’s Zaman



Reviews: Wall Street Journal
Kirkus Reviews
Acton Institute
Amazon
Revival.co.uk






“From furious reactions to the cartoons of Prophet Muhammad to the suppression of women, news from the Muslim world begs the question: is Islam incompatible with freedom? With an eye sympathetic to Western liberalism and Islamic theology, Mustafa Akyol traces the ideological and historical roots of political Islam. The years following Muhammad’s passing in 632 AD saw an intellectual “war of ideas” rage between rationalist, flexible schools of Islam and the more dogmatic, rigid ones. The traditionalist school won out, fostering perceptions of Islam as antithetical to modernity.







However, through his careful reexamination of the currents of Muslim thought, Akyol discovers a flourishing of liberalism in the nineteenth-century Ottoman Empire and the unique “Islamo-liberal synthesis” of present-day Turkey. Only by accepting a secular state, he powerfully asserts, can Islamic societies thrive. Persuasive and inspiring, ISLAM WITHOUT EXTREMES offers a desperately needed intellectual basis for the reconcilability of Islam and religious, political, economic, and social freedoms.” — Publisher (W.W. Norton)






14 Ağustos 2011 Pazar

İster sonuç de istersen sebep/ Bu düğümü çözmem gerek

yaren için...




RAMAZANIN HUZURU

Ilık bir ağustos pazar sabahı ve canımın içi ramazan ayı pencerelerim açık masamda hematoloji özetleri ve endokrin notları elbette kahvem eksik, çapraz komşumun küçük oğlu Ömer (mimiklerini okur gibiyim) alçak bir sesle kelebek gördüm diye kardeşine sesleniyor  sonra sesi dalga dalga yükselerek kelebek gördüm vallaha diye etrafı kapladı,  ömer hem sevinçli hem şaşkın ve herzamanki gibi bilgece konuşmasını sürdürerek uzaklaştı tipik bir şehir çocuğu , onu ve şehirde yaşayan çocukları ve kendi çocukluğumu sorgulayacak olursam bu notlar bitmez şurda kaç gün kaldıki sınava...

Bu yılki ağustos  nede ramazan diğerlerine benzemiyor oysa ilk iki gün ya bu ramazanı eda edemezsem kaygısıyla ne  çok üzülmüştüm hatta rapor alıp evde kalsam mı diye düşünmüşken  işyerindede bir fevkaladelik yaşandı hiçbir ramazan da olmayan bir sukunet yaşandığını işarkadaşlarım söylüyor ve şükür ki harika ağustos pazarında sağlıcakla orucumu eda ediyorum elbettte bir çok olumsuzluk var bir çok sevdiğimden uzaktayım  ,mekan olarak yakın olduklarımla ise zaman sıkıntım nedeniyle çok az görüşüyorum,akşama 8 de nöbetim var ama hiçbir şey ramazandaki  huzuru,doygunluğu gölgelemiyor.

Yüce Allah ım binlerce kere teşekkürler ve seni çok seviyorum ,
Yerküredeki tüm  müslümanlar inananlar ve insanlık için de ...

4 Ağustos 2011 Perşembe

12 Temmuz 2011 Salı

This is a magnificant animation of the dynamic processes in a cell








the animation illustrates unseen molecular mechanisms and the ones they trigger, specifically how white blood cells sense and respond to their surroundings and external stimuli.

8 Temmuz 2011 Cuma

7 Temmuz 2011 Perşembe

Dili şiddet olan ülke

 Bir grup uluslararası eylemci Gazze Şeridi kıyılarına, küçük bir filo ile yola çıkmaya hazırlanıyor. Çoğu barış ve adalet için çalışan eylemciler ve mücadeleciler, apartheid’a, sömürgeciliğe, emperyalizme, anlamsız savaşlara, adaletsizliğe karşı mücadelenin gediklileri. Burada bu mücadelenin zor olduğunu belirtmek gerek, çünkü şimdiden onları eşkıya ilan ettiler.


Aralarında entelektüeller, Holocaust gazileri ve vicdan sahibi insanlar var. Güney Afrika’da apartheid’a ya da Vietnam Savaşı’na karşı mücadele ederken, buralarda da bu eylemlerinden dolayı takdir toplamışlardı. Ama, bugün, bazıları yaşlanmış olan, adil olduğuna inandıkları bir dava için hayatlarını tehlikeye atan ve paralarını harcayan bu insanları takdir eden bir söz söylemek, ihanet sayılıyor. Bazı şiddet yanlıları da aralarına karışmış olabilir ama büyük çoğunluğu barışçıl insanlar; İsrail’den değil onun adaletsizliklerinden nefret edenler. Bugünkü düzeni sorgulamak için sessiz kalmamaya karar verdiler; çünkü bu düzen onlara kabul edilemez geliyor. Ahlak sahibi kimseye kabul edilebilir gelemez.



Evet, bir provokasyon yaratmak istiyorlar: dünyaya Gazze’nin durumunu hatırlatmanın tek yolu bu. Kassam füzeleri ya da gemi filoları olmadan kimse burayla ilgilenmiyor. Evet, Gazze’nin durumu son aylarda biraz daha iyileşti, kısmen daha önceki yardım filosunun sayesinde. Ama yok, Gazze daha özgür değil; oradan çok uzakta. Denize ya da havaya çıkışı yok, ihracatı yok ve halkı hâlâ yarı hapis. Ben-Gurion Uluslararası Havaalanı iki saatliğine işlemez olunca paniğe kapılan İsraillilerin, bir liman olmadan yaşamanın nasıl olduğunu anlaması gerek. Özgürlük Gazze’nin hakkı, buna ulaşmak için elini taşın altına koymak da filoya binenlerin hakkı. İsrail onların eylemine izin vermeli.



Ama İsrail’in nasıl tepki verdiğine bir bakın. Yardım filosu herkes tarafından hemencecik bir güvenlik tehdidi olarak tanımlandı; içindeki eylemciler düşman olarak sınıflandırıldı ve savunma bakanlığı yetkililerinin yapıp basının da balıklama atladığı aptalca varsayımların üstüne hiçbir şüphe gölgesi düşmedi. Türkiye vatandaşlarının sebepsiz yere öldürüldüğü son yardım filosunu öcü gibi gösterme kampanyasının sonunu daha duymamıştık ki, yeni kampanya başladı bile. Bütün moda laflar bu kampanyanın içinde: tehlike, kimyasal madde, göğüs göğüse muharebe, Müslüman, Türk, Arap, terörist ve belki de birkaç intihar bombacısı. Kan ve ateş ve duman sütunları!



Buradan varılan kaçınılmaz sonuca göre de, yardım filosu yolcularına karşı başvurulacak sadece bir tek yol var: güç kullanımı, sadece güç, her güvenlik tehdidinde olduğu gibi. Tekrar eden bir kalıp bu: Önce öcü gibi göster, sonra (şiddeti) meşrulaştır. Gazze’deki silah kaçakçılığı tünellerinden gelen gelişmiş İran silahları masallarını hatırlayın, ya da Gazze şeridinin bubi tuzaklarıyla kaplı olduğu masalını. Sonra Gazze Savaşı başladı ve askerler böyle şeylerle karşılaşmadı bile.



Yardım filosuna karşı tutum da bu davranışın devamı. Korkutma taktiği ve öcü gibi gösterme kampanyası, bütün kamusal söyleme egemen olan şiddet yanlısı belagate katkıda bulunuyor. İsrailliler, güç kullanımı konusunda değil de, yardım filosu hakkında korku hikayeleriyle kaşık kaşık beslenirse, ne düşünecekler? Bu eylemcilerin İsrail Güvenlik Güçleri askerlerini öldürmek istediğini mi? Biz çıkıp onları daha önce öldürürüz.



Şimdi politikacılar, generaller ve yorumcular yarıştalar; yardım filosunun en korkutucu tanımını kim yapacak, halkı kim daha çok kışkırtacak, kim bizi kurtaracak askerleri daha iyi övecek ve kim savaştan önce yapılacak cinsten en tumturaklı belagati tutturacak diye. Önemli bir yorumcu olan Dan Margalit’in gazetedeki köşesinde ağzından şimdiden bal damlıyor: “Ellerine sağlık” diye yazdı, yardım filosunda yer alacak gemilerden birine sabotaj düzenleyen eller hakkında. Bu da bir başka eşkıyalık ve yasadışı hareket, ama hemen alkışı kapıyor ve kimse sormuyor: Ne hakla?



Bu yardım filosu da geçemeyecek. Başbakan ve savunma bakanı bize bu sözü verdi. İsrail bir kez daha onlara, o eylemcilere kimin daha erkek olduğunu gösterecek: kim daha güçlü ve havada, karada ve denizde yetkili kim? Önceki yardım filosunun “dersleri” iyi öğrenildi; boş yere insan öldürmenin ya da geminin şiddetle gereksiz biçimde ele geçirilmesinin dersleri değil, ama İsrail ordusunun aşağılanması dersi.



Ama gerçek şu ki, asıl aşağılanma, deniz komandolarının daha baştan gemilerin yolunu kesmek için yerlerini alması gerçeğinde yatıyor ve bu hepimizin üstüne düşünmesi gereken bir şey: Dili şiddet olan bir ülkeye, neredeyse her şeyi güç kullanarak, sadece güç kullanarak çözmeye çalışan bir ülkeye nasıl dönüştük?

Gideon LEVY

1 Temmuz 2011 Cuma


star gazetesin de yayaınlanmıştır

4 Haziran 2011 Cumartesi

KURAN I KERİM den...




 İNŞİRÂH SÛRESİ  nden ayetler


5. elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.




6. gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.



7. boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,



8. yalnız rabbine yönel.


24 Mayıs 2011 Salı

Wish you were here Tanya !


Pink Floyd ~ Wish you were here

Km lerce uzakta hatta farklı bir kıtada yaşayan canım dostum ruh ikizim arkadaşım Tanya  iyiki varsın   iyiki doğdun ! çok şükür ! ve seni çok seviyorum.mektubun elimde sık sık okuyorum ve nefes aldığımı hissediyorum  o güzel günler hiç hatırımdan çıkmıyor sahi ne zaman buluşacağız,özlemle...

MEDİA İN VİTA IV

It's a pity how our culture venerates overconfidence. People who are too self-confident might make quicker decisions and seem stronger, but it's healthier to doubt the world, your truths, yourself. Unlike what they say in the corporate world, self-doubt is our good old friend...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Tanımadığın... 1

....


Kendini diğerlerinden kesinkes ayırmak, başka kültürden ya da milletlerden ya da gruplardan daha farklı, daha üstün olduğuna ve bu vasıfları doğuştan edindiğine inanmak... Bunu yaparken kendini sadece ve sadece tek bir kültürün parçası olarak görmek, bir dünya vatandaşı olarak algılamayı reddetmek. Ötekine sadece kayıtsız ya da mesafeli kalmak değil, uzaktan uzağa, bilmediğin halde bilircesine, bilgisizliğini genellemelerle örterek, sürekli tepki duymak, diş bilemek...



....

Elif Şafak ın yazısından alıntılanmıştır


20 Mayıs 2011 Cuma

Çocukların çilesi sinemada

İstismar edilen çocuklar, terk edilen çocuklar, ihmal edilen çocuklar... Cannes Film Festivali’nin ilk haftasını geride bırakırken karşımıza çocukların acı çektiği yarım düzine film çıktı. Üstelik kendini ülkeler liginde birinci dünya ilan etmiş beyaz Batı’dan!


Daha önce değindiğim “Kevin Hakkında Konuşmamız Lazım” psikopat bir çocuğun annesiyle ilişkisine odaklanmakla birlikte filmin içerisinde onun hastalıklı zihninin kurbanı olan çocuklar vardı. Son yıllarda ABD başta olmak üzere Batı okullarında meydana gelen toplu saldırılara filmin bir yan teması olarak değiniliyordu. Bunun ardında da ebeveyn ihmalini, çocuklarının sıra dışı durumunu göremeyen, görmek istemeyen, onları yeterince sevemeyen ya da denetim altında tutabileceğini sanan ebeveynlerin şiddet patlamalarında kusuru olup olmadığını tartışan bir yanı vardı.



Konuya doğrudan parmak basan, hatta birçok profesyoneli salondan kaçıran filmler de izledik! Genellikle yoksulluk, açlık, iç savaş gibi nedenlerle Afrika’dan, Asya’dan, Güney Amerika’dan filmler anlatır çocukların çilesini... Oysa Cannes’da izlediğimiz filmler kırmızı alarm niteliği taşıyor: Fransa, Almanya, Avusturya, Belçika biri zengin ve gelişmiş Kuzeybatı ülkelerinin sosyal devletleri de çocukları koruyamıyor yetişkinlerden. Pedofiller, sorumsuz ebeveynler, suçlular çocukları her türlü istismar ederken sosyal hizmetler yeterli koruma ve bakımı sağlayamıyor. Kaza ve hastalık gibi bireysel trajedilerin önüne geçmek mümkün değil...



Kariyerlerinin ilk dört uzun metrajlı filmi olan “Söz”, “Rosetta”, “Oğul” ve “Çocuk”ta çocukların ve gençlerin açmazlarını ırkçılık, işsizlik, yoksulluk gibi makro temaların çatısı altında toplumcu bir tavırla ele alan Dardenne Biraderler’in “Le Gamin au Velo” (Bisikletli Çocuk) ile, yarışmanın şu ana kadarki en “temiz” ve duyarlı filmine imza atmaları rastlantı olmadı. Babasının bir yuvaya bıraktığı inatçı ve hırçın çocuk ile onu bağrına basan kuaförün çetrefil ilişkisi biyolojik ebeveynliğin her zaman anlamlı olamayacağını zarif bir gerçekçilikle ele alıyor. Terk edilmiş çocukların da kolayca suçluların elinde oyuncak olabileceğini gösteriyor.



Aynı meseleye Marsilya’nın işçi mahallelerinden Eustache’ta geçen sosyalist ve naif filmleriyle tanınan Robert Guediguian da değiniyor Belirli Bir Bakış bölümüne seçilen “Kilimanjaro’nun Karları”nda. Ünlü klasiğe adıyla yaptığı göndermenin yanı sıra emekçilerin bir asırdır verdikleri mücadelenin hala daha kazanılamadığını ve genç kuşakların verilen ödünlerle sisteme kurban edildiğini vurguluyor. Ebeveynlerin sorumluluktan kaçması, gençlerin suça itilmesi ve küçüklerin ezilmesi emekçilerin “burjuvalaşmasının” ve dayanışmadan vazgeçmesinin bir sonucu Guediguian’a göre...




Pedofili iki yarışma filminin birden konusuydu... Haneke’nin casting yönetmeni olarak tanınan Avusturyalı Markus Schleinzer’in ilk uzun metrajlı filmi “Michael” bir çocuğu evinin bodrumuna kapatan pedofilin portresini, sıradan gündelik hayatını anlatarak çiziyordu. Schleinzer, ustası Haneke’nin rahatsız ediciliğini kanırtarak kullanmak üzere ödünç almıştı.






Yarışmadaki Fransız filmlerinden oyuncu - yönetmen Maiwenn imzalı “Polisse” ise Paris polisinin çocuk biriminin her gün karşı karşıya geldiği çok sayıdaki istismar vakasının memurların özel hayatlarını nasıl olumsuz etkilediğini anlatıyordu. Her iki filmde de pedofillerin soğukkanlılığına ve normalliğine dikkat çekiliyordu.



Her şey tıkır tıkır işlese bile bireysel trajedilerin önüne geçmek mümkün değil... En azından sancılı süreçlerde çocuklara karşı sağlıklı, doğru ve tutarlı davranışlar sergilemek de pek mümkün olmuyor insanı zaaflar nedeniyle... Andreas Dresen, Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen “Halt auf Freier Strecke”de tedavi edilemeyen bir beyin tümörü yüzünden ölmekte olan adam ve karısının iki çocuklarına bu durumu açıklamada nasıl çaresiz kaldıklarını gösteriyor.



Sinemada her şeyi görmeye alışık film eleştirmeni dahi olsa izleyeni de bu çaresizlik ve acı içinde kıvrandırıyor filmler...

Alin TAŞÇIYAN

17 Mayıs 2011 Salı
star gazetesinde yayınlanmıştır

seni çok seviyoruz YILDIRIMHAN,nice yıllara!


Yoriyos - Endoscopises from Ron Winter on Vimeo.

Ailemizin ilk torunu  19 mayıs doğumlu sevgili Yıldırımhan ın  yeni yaşıyla beraber arzularının ideallerinin gerçekleşmesi dileğimle ,seni çok seviyoruz!
hatırlıyorum da babacığımı senin sevgili dedeni,seni öylesine çooook severdi seninle öylesine mutlu vakitler geçirirdi ki...o çocuk yaşımda  bunu gözlemlerdim ve birkez daha seni  ve o günleri çok özlediğimi söylemek isterim.

19 Mayıs 2011 Perşembe

gençlik bayramı !

İNSAN HAYAL ETTİĞİ MÜDDETÇE...
20.09.2010
taraf gazetisn de yayınlanmıştır

kimlik siyaseti !

Ölüye o soru soruluyor muydu?


Binnaz Toprak kusura bakmasın ama başlık böyle olması gerekiyordu.

Zaten dünyaya kazık çakmayı düşünenlerin mükedder olmasına gerek yok.

Konu biz ölümlüleri ilgilendiriyor.

Diyorum ki...

Lanet olsun şu Fransız ihtilaline.

Keşke insanlıkta "etnik kimlik bilinci" hiç var olmasaydı?

Mazisi Platon'a, İslami literatürde şeytanın Allah'a isyan etmesine kadar gidiyor.

Ama "etnik kimlik bilinci"nin Fransız ihtilaliyle ciddi bir popülarite kazandığı da vaka.

1789 yılı, çeşitli etnik unsurları bünyesinde barındıran imparatorluk yapılarının ölüm fermanının imzalandığı tarih.

İmparatorluk sistematiğine meftun falan değilim.

Ama insanlarda "etnik kimlik bilinci"nin üretilmesi ve dalga dalga yükseltilmesinin insanlığa ne faydası oldu?

Jön Türkler'e ve ittihatçılara ilham oldu. Devlet-i Aliyye yıkıldı.

Hitler, Mussolini ve Stalin'e payanda oldu, 2. Dünya Savaşı'nda 55 milyon cana mal oldu.

Türkiye'de tek parti diktasına rehber oldu,yıllarca Kürtler'i ve dindar kitleleri ezdi.
Etnik kimlik bilinci, insanlığı daha yükseklere mi taşıdı ?

Irk olgusu, 'insanın elinde olmayan bir şekilde' doğma anında mevcut bulunan bir özellik.


Mücadele ve liyakatle elde edilen bir nitelik değil.

Bu itibarla insanın kendi elinde olmayan bir kimlikle övünmesi ne derece manasızsa, hakir görülmesi de o derece akıl dışıdır.

Hal böyleyken bunca kan ve gözyaşı neden?

Türkiye'de siyasal milliyetçiliğin işaret fişeği olan ve 1903 yılında Yusuf Akçura'nın "Üç Tarz-ı Siyaset" ruhuyla işte bugün geldiğimiz nokta.

Modernizmin ürettiği bu "ayrılıkçı saplantı", postmodern çağda da kıyıma devam ediyor.

Kimlik siyaseti her zaman karşı kimlik bilincini yükseltir.

Yükseltti de.

....


Gültekin AVCI
19 Mayıs 2011 Perş
BUGÜN gazetesindeki yazısından alıntılanmıştır.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

neden?

Çok şükür sınav bitti, artık saatlerce uyumak istiyorum  oysa en sevdiğim mevsimin en güzel ayındayım ama yorgunum,

gökçeada ,çanakkale veya büyükada ya gitmek için herşey hazır iken benim takatim yok,


iş aynı rutinlikte ,muayene ettiğim kişilerin büyük çoğunluğu  şaşkına çeviriyor beni ; fiziksel sağlığn

mutluluk kaynağı olarak yeter sebep görülmesi yaşama ne kadar yüzeysel baktığımızı düşündürüyor ,


sahi ruh sağlığı kavramı ve toplum sağlığı üzerine düşünmek neden ülkemizde  primer hedeflerden biri değil ,

neden iskeleti bu kadar mühimserken ruhu anlamayı ,onarmayı öteliyoruz

sahi düşünmeğe değer değil mi

Heima

Özgürleştiren Gerçek





Türkiye’deki laik kesimin bir sorunu, muhafazakar kesimle aralarındaki “sınıfsal” çelişkinin bir sonucu olarak, dinden felsefi düzeyde dahi uzak kalması. Bunun doğal bir sonucu da, dini geleneğin içerdiği “nasihat”lardan tümüyle yoksun (ve dolayısıyla da epey kuru ve yüzeysel) bir hayat algısına sahip olması.



Oysa “nasihat istersen ölüm yeter” dersinin sırrına varmak için, illa muhafazakar olmak gerekmiyor. Müslüman olmak dahi gerekmiyor. Bakın, Apple Bilgisayar’ın ünlü CEO’su Steve Jobs, 2005 yılında Stanford Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta şöyle demiş:



“Yakında ölmüş olacağımı bilmek, hayattaki büyük kararları verirken bana en çok yardım eden araç oldu. Çünkü başka her şey; tüm dışsal beklentiler, gurur, utanç ve başarısızlık korkuları, tüm bunlar ölüm karşısında yok oluyor ve geriye sadece gerçekten önemli olan şey kalıyor. Öleceğinizi akılda tutmak, kaybedecek bir şeyleriniz olduğunu düşünme tuzağına düşmemek için bildiğim en iyi yoldur. Zaten çıplaksız. Kalbinizin sesini dinlememek için bir sebep yok.”



Bunu ilk okuduğumda aklıma bir soru gelmişti, yine sorayım:



Steve Jobs gibi kreatif dehaların Türkiye’den pek çıkmaması, acaba laiklerin hep sandığı gibi “dini dogmaların” fazla güçlü olmasından değil, aksine insanlara ilham verecek, onları vasatlıktan çekip kurtaracak “dini hakikatlerin” yeterince kavranamayışından olmasın?



NOT I: Söz konusu ilhamı aramak isteyenlere, genç akademisyen Emre Dorman’ın yazdığı harika bir kitabı tavsiye edeyim: “İnsanlar Uyurlar, Ölünce Uyanırlar


MUSTAFA AKYOL-STAR  gazetesindeki 16-05-2011  tarihli  ' Ölümü düşünmenin faydaları' yazısından alıntılanmıştır.


29 Nisan 2011 Cuma

Peki neden böyle bir çifte standart var Müslüman kamuoyunda?

Müslüman Müslümanı Öldürünce


Hatırlayın; İsrail’in Gazze’ye karşı düzenlediği zalim “dökme kurşun” operasyonu Türkiye’de ne kadar büyük tepki uyandırmıştı. Onbinlerce insan sokaklara dökülmüş, İsrail’in devlet terörünü haklı bir öfkeyle lanetlemişti.




Aradan zaman geçti, “Arap Baharı” geldi. Kansız başlayan bu demokratik dalga, çok geçmeden önce Kaddafi’nin sonra da diğer diktatörlerin devlet terörüne çarptı. Kaddafi’nin kiralık askerleri, isyan bölgelerini bombalayarak binlerce muhalifi öldürdü.





Aynı filmin devamı, şu günlerde Suriye’de oynuyor. Esad rejiminin güvenlik güçleri, muhalif göstericilere ateş açıyor. Ölü sayısının beş yüzü bulduğu söyleniyor.






Ama nedense İsrail’in devlet terörü karşısında gösterdiğimiz tepkiyi Kaddafi’nin veya Esad’ın devlet terörü karşısında göstermiyoruz. Medyadaki reaksiyonun dozu düşük. Sokaklara dökülen pek kimse yok. Email gruplarından hararetli mesajlar gelmiyor.



Hatta, enteresandır, tepki geliyorsa da en çok “Libya’yı hedef alan haçlı saldırısı”na geliyor. Yani, Kaddafi’nin binlerce sivili öldürmesi bizi o kadar kızdırmıyor da, NATO uçaklarının Kaddafi güçlerini bombalaması çok kızdırıyor.

...
Mustafa Akyol
27 Nisan 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı

We'll stride upon this path

21 Nisan 2011 Perşembe

Colonel Pinhas (Pinky) Zuaretz to Testify in Corrie Trial Wednesday, April 27th

MEDIA ADVISORY


Colonel Pinhas (Pinky) Zuaretz to Testify

in Corrie Trial Wed, April 27th

Brigade Commander's appearance is moved

forward nearly one month.

FOR IMMEDIATE RELEASE

April 20, 2011

(Haifa, Israel) - In a breaking development, an Israeli court has granted the State's request to move the testimony of former Brigade Commander Pinhas (Pinky) Zuaretz to next week, Wednesday, April 27, nearly one month prior to his originally scheduled appearance. A 5-page affidavit for the witness was only issued by the State on Sunday. Attorney Hussein Abu Hussein who represents the Corrie family initially opposed the State request and filed motion for reconsideration citing due process violations.

Colonel Zuaretz was the commanding officer of the Gaza Division's Southern Brigade in 2003, when American peace activist Rachel Corrie was killed. Troops under Zuaretz command were responsible for the military's actions resulting in Rachel's killing in Rafah, Gaza that day. Zuaretz is the highest ranking officer called as a government witness in the civil trial, and possibly, the highest ranking Israeli military officer ever to face cross examination in a civil suit regarding the actions of the Israeli military against civilians in Gaza during the second intifada. His testimony is expected to shed light on the Israeli military's failures as an occupying power to protect civilian life and property in the region.

WHO:

Oral testimony and cross examination of former Israeli Military Southern Brigade Commander, Colonel Pinhas (Pinky) Zuaretz, by plaintiffs' attorney Hussein abu Hussein.

WHAT:

Corrie vs. State of Israel, Ministry of Defense; a civil case charging the Israeli military with the responsibility of killing Rachel Corrie in violation of Israeli and international law.

WHEN:

Wednesday, April 27, 2011, 12:00 (noon) - 16:00

WHERE:

Courtroom of Judge Oded Gershon, 6th floor, Haifa District Court, 12 Palyam St., Haifa, Israel.

Please visit the Trial Update page of the Rachel Corrie Foundation website for updates, changes to the court schedule, and related information.

For press related inquiries, please contact: press@rachelcorriefoundation.org

In Israel, call Sarah at + 972-52-952-2143

21 Mart 2011 Pazartesi

Rachel Corrie /16 MART IN ANISINA...





Rachel Corrie Olympia, Washington'da doğan 23 yaşında Amerikalı bir barış eylemcisiydi. 16 Mart 2003'te bir İsrail buldozeri tarafından ezilerek öldürüldü. Öldürüldüğü sırada Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını, şiddete başvurmadan engellemeye çalışıyordu. Öldürüldüğü günden bu yana dünyanın dört bir yanında onun anısına sayısız barış eylemi düzenlenmektedir. Sözcüklere ve şekillere olan merakını küçük yaşlarda göstermeye başlayan Rachel, eli kalem tutar tutmaz gözlemlerini kağıda dökmeye koyuldu. Çevresinde olup bitenleri kendine has bir üslupla ifade etmeye çalışırken, dünyanın herkes için yaşanılabilir, barışçıl bir yer olacağı günü görebilme arzusunu da her fırsatta dile getirdi.
10 yaşındaki Rachel'ın, "Dünyada Açlık Konferansı"nda yaptığı konuşma: "Başka çocuklar için buradayım. Buradayım çünkü umursuyorum. Buradayım çünkü her yerde çocuklar acı çekiyor ve çünkü her gün kırk bin kişi açlıktan ölüyor. Buradayım çünkü bu kişiler çoğunlukla çocuk. Biz, yoksul insanların her yanımızda olduğunu ve bizim onları umursamadığımızı anlamak zorundayız. Biz, bu ölümlerin önlenebilir olduğunu anlamak zorundayız. Biz, üçüncü dünya ülkelerindeki insanların da bizim gibi düşündüklerini, bizim gibi güldüklerini, bizim gibi ağladıklarını anlamak zorundayız. Biz, onların bizim rüyalarımızı gördüğünü, bizim de onların rüyalarını gördüğümüzü anlamak zorundayız. Biz, onların biz olduğunu anlamak zorundayız. Biz, onlarız. Benim hayalim, 2000 yılına kadar açlığı durdurmak. Benim hayalim, fakirlere bir şans vermek. Benim hayalim, her gün ölen kırk bin insanı kurtarmakBenim hayalim, fakirlere bir şans vermek. Benim hayalim, her gün ölen kırk bin insanı kurtarmak. Benim hayalim, hepimiz geleceğe bakıp orada parlayan ışığı görürsek gerçekleşebilir ve gerçekleşecektir. Açlığı umursamazsak, o ışık söner. Hepimiz yardım edersek ve birlikte çalışırsak, büyür ve yarının imkânlarıyla özgürce o ışık yanar."

20 Mart 2011 Pazar

WE PRAY FOR JAPAN

Canım ülkemde cuma namazı öncesi bütün camiilerde müslüman halkımızın topluca  Japonya için dua ettiği haberini alınca yüreğim  genişledi ,işte dünya insanı olmanın kaçınılmaz gereği ve yerküredeki devinimin perkinleştirdiği kardeşlik  !.Bu afet kadar sanırım 2011 de beni böylesine üzen ve yine böylesine düşündüren  başka bir vakıa yaşamadım.Yüce Allah' ım sana sığınıyorum ve seni çok seviyorum .

14 Mart 2011 Pazartesi

Tematik Film Kuşağı

bugün tıp bayramı :( peh ne bayram! ve yine bugün  evdeki son günüm 15 de işbaşı...

Gecenin bir yarısı tv de kanal  24 te vakit buldukça beğeniyle izlediğim  tematik film kuşağı adlı programda Sevgili Hayali  Arkadaşım 'ı izliyorum ingiliz dilinde türkçe alt yazılı, işlenilen tema  ilk bakışta çocuklara hitap ettiğini düşündürsede  ;yalın bir dille yaşamın tüm katmanlarına ve tüm yaş gruplarına  dair ince nüanslar,hoşluklar ve realite vardı .Büyük bir hayranlıkla izledim öze dönüş ,kendini sorgulama , yüksek sesle düşünme ve adolesanların varoluş yolunda edindikleri tatlı  ama yaşanıldığında acı veren deneyimleriyle dolu sahneler vardı.


tv 24 ü arayıp teşekkür maili yazmalıyım ama birde beni kızdıran birşey de oldu bunu yazmalıyım ta filmin sonuna kadar biraltyazı geçti bir miktar sabrettim sonunda kalktım bantla bu alt yazıyı kapadım ve keyifle filmi izledim,altyazıda ülkemizde sanatçı olarak tanınan sözüm ona ünlü sanatçı !saldırıya uğramış 1 saati aşkın bu alt yazı mühim bir habermişcesine gözüme sokulmaya çalışıldı yani yuh diyorum şöyleki topluma sanat adına gürültüyle karışık birkaç anadolu motifli dizeyi müzik olarak sanat olarak yutturmaya çalışan kimliksiz ve sadece zamanı geçirmeye yönelik uğraşıları nasıl olurda sanat ve bunlarla ortaya çıkanları sanatçı olarak tanımlıyoruz ,anlamıyorum...


Film de geçen bir nefis dialoglardan biri; Eskimo asıllı öğrencinin atalarının geçmişini sorgulamayı başarıp nihayetinde yüksek sesle düşünmeye ilk adım attığında ,kendisine burs veren kuruluşun başkanının da bulunduğu toplumsal sınıfa dair eleştirel sözler sarf edince ,danışman öğretmenin adolesan kıza sarfettiği şu söz  ''  Güç ille de gürültülü olmak ve göze batmak zorunda değildir''  bu flimden aklımda kalanlardan...

Ve ben adolesan çağlarımı  ve 15 yıl öncemi özledim.

12 Mart 2011 Cumartesi

dinleti

Altbenlik

 “İnsanlar, neyin kötü olduğu konusunda birbirlerinden pek ayrışmazlar” ve  “Ancak, hangi kötülükleri mazur görebildiklerine bakınca, aralarında uçurumlar belirir.”


G. K. Chesterton adlı bir İngiliz yazar

27 Şubat 2011 Pazar

RACHEL 'in MEKTUBLARIN 'dan

February 28 2003


(To her mother)



Thanks, Mom, for your response to my email. It really helps me to get word from you, and from other people who care about me.



After I wrote to you I went incommunicado from the affinity group for about 10 hours which I spent with a family on the front line in Hi Salam – who fixed me dinner – and have cable TV. The two front rooms of their house are unusable because gunshots have been fired through the walls, so the whole family – three kids and two parents – sleep in the parent’s bedroom. I sleep on the floor next to the youngest daughter, Iman, and we all shared blankets. I helped the son with his English homework a little, and we all watched Pet Semetery, which is a horrifying movie. I think they all thought it was pretty funny how much trouble I had watching it. Friday is the holiday, and when I woke up they were watching Gummy Bears dubbed into Arabic. So I ate breakfast with them and sat there for a while and just enjoyed being in this big puddle of blankets with this family watching what for me seemed like Saturday morning cartoons. Then I walked some way to B’razil, which is where Nidal and Mansur and Grandmother and Rafat and all the rest of the big family that has really wholeheartedly adopted me live. (The other day, by the way, Grandmother gave me a pantomimed lecture in Arabic that involved a lot of blowing and pointing to her black shawl. I got Nidal to tell her that my mother would appreciate knowing that someone here was giving me a lecture about smoking turning my lungs black.) I met their sister-in-law, who is visiting from Nusserat camp, and played with her small baby.



Nidal’s English gets better every day. He’s the one who calls me, “My sister”. He started teaching Grandmother how to say, “Hello. How are you?” In English. You can always hear the tanks and bulldozers passing by, but all of these people are genuinely cheerful with each other, and with me. When I am with Palestinian friends I tend to be somewhat less horrified than when I am trying to act in a role of human rights observer, documenter, or direct-action resister. They are a good example of how to be in it for the long haul. I know that the situation gets to them – and may ultimately get them – on all kinds of levels, but I am nevertheless amazed at their strength in being able to defend such a large degree of their humanity – laughter, generosity, family-time – against the incredible horror occurring in their lives and against the constant presence of death. I felt much better after this morning. I spent a lot of time writing about the disappointment of discovering, somewhat first-hand, the degree of evil of which we are still capable. I should at least mention that I am also discovering a degree of strength and of basic ability for humans to remain human in the direst of circumstances – which I also haven’t seen before. I think the word is dignity. I wish you could meet these people. Maybe, hopefully, someday you will.