Bireysellik” ile “bencillik” kelimelerini birbirinin yerine kullanan bir kültürel doku var Türkiye’de. İçinde “ego” olan her şeyi “egoizm” addeden, “ben” diyebilen bireyi anında “ben-merkezci” gören.
Oysa bireyselleşmenin tam tezatı, birebir karşıtı “aynılaşma”dır, aynılaşma ise totalitarizme uzanan yol. Kendini birey olarak konumlandıramayan kişi, varlığını hayali ve sabit bir bütünün parçası sayar daima. Kolektif kararlar, kolektif yargılar, kolektif kalıplarla hareket eder. Bu zihniyetin hakim olduğu ortamlarda “farklılık ve sapma” minimize edilmiştir. Oysa bunlar olmadan ne sanat gelişir ne edebiyat. Sanatın ve edebiyatın olabilmesi, yeşerebilmesi için “bireysellik” elzemdir. Daha da ileri gidelim, kulağa pek hoş gelmese de, sadece “ben” vurgusu değil, bencillik de gereklidir sanatçıya, edebiyatçıya!
Üniversitelerde bir grup, bir kesim, bazen de bir “ordu” olmaktan gurur duyarcasına hareket eden gençlere bakıyorum bir süredir. Grup halinde hareket edip ynı aolmakla övünen, “biz” ve “onlar” ayrımından beslenen, “biz” kısmını mümkün mertebe tek renkli, tek sesli kılmak isteyen gençler. Hem sağda hem solda mevcut bu yapılanma. Kanımca alabildiğine endişe verici böylesine kanıksanmış, bu kadar derine işlemiş bir “aynılaşma”. Zaten bireysiz bir eğitim sisteminin rahlesinden geçiyoruz. Bu bastırmayı tam da sorgulayacağımız zaman üniversite çağı, o zaman da tutup gene aynı kültürü yüceltiyorsak, hele hele bunu bilmeden yapıyorsak... Okullarda okutulan biçimiyle tarih insansız bir akış, bireysiz bir kütle; düşman sûretsiz bir Öteki, böylesi yeğ, böylesi çok daha iyi, olabildiğince ürkmek ve ürkütmek için bilinmeyenden.
Saltanat kayığından sallanan el kadar soyut
Saltanat kayığından sallanan el kadar ulaşılmaz,
Geçmişin insan sûretleri...
Bu yüzden mi sûret yoktur minyatür geleneğinde? Kıyafetler özenli, saçlar özenli, başlıklar, hotozlar, kavuklar, pabuçlar, havuzlar, bahçeler mekânlar özenli... ama suratlar alabildiğine özensiz resmedilmiştir minyatürde. Kılık kıyafet aracılığıyla ayrılır insanlar, yüz hatları ya da ifadeleri aracılığıyla değil. Toplumsal eşitlik değilse bile, sûretsel eşitlik, hatta sûretsel aynılık vardır minyatür sanatında. Aynı tornadan çıkmışçasına insanların yüzleri, aynı kalıptan dökülmüşçesine ya da aynı aynadan yansıyan yansımalarmışçasına, bireyselliğin teşvik edilmediği bu cemaatçi kültürde.
Sahi nasıl yaşar, ne yer ne içer, neye ağlar neyle gülerdi geçmiş asırlarda yaşayan ve ‘sıradan’ addedilen bireyler? Kim bilir ne çeşitli, nasıl da benzemez ama farklılıkları içinde belki de bir o kadar tanıdıktılar? Resmi tarihin gözü bunları görmedi. Sokağın seslerini, gündelik hayatın katmanlarını, ehemmiyetsiz gibi görünen ama aslında bir kültürü daim ve özel kılan ayrıntıları yakalayamadı... Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nice şey değişti memlekette. Değişmeyen, ‘sıradan insan’dan esirgenen sûret oldu.. Yüzler silindi; bireysellik toplumsala tabi tutulurken farklılıklar değil, aynılıklar vurgulandı bir kez daha. ‘Marjinal’ addedilen itelendi bir kenara. Vatan uyumla atan bir nabız, tek yürek, tek nağme; imtiyazsız ve sınıfsız bir kütle yaratma yolunda.
İnsansız fotoğraflar geleneğinden geliyor bu memleket. Bireysiz tarih, geçmişsiz ulus geleneğinden... Tarih ya bir an evvel kurtulunması icap eden bir yük, ileriye sıçramak isteyenlerin ayaklarındaki paslı pranga ya da parlatıla parlatıla sahiciliğini yitiren bir efsane, ileriye sıçramak isteyenlerle beraber sıçramak istemeyenler arasında. Reformistlerin nezdinde kokuşmuş bir kadavra, bir an evvel gömmek gereken; iade-i itibar edilmesi gereken ulu bir miras muhafazakâr camiada. Jakobenler de statükocular da ilgilenmiyor ‘mikro’ tarihle. İlgilenseler Osmanlı’nın ne öyle bir tarafın iddia ettiği kadar durağan ve bağnaz, ne de öteki tarafın sanmak istediği kadar yücelerden yüce olduğunu görecekler. Daha az genelleme yapabilecek ve daha çok nüans fark edecekler, eğer ilgilenseler ‘sıradan’ addedilen insanların anıları, hikâyeleri ve en nihayetinde, o hikâyelerdeki suskunluklarla.
Elif Şafak
Oysa bireyselleşmenin tam tezatı, birebir karşıtı “aynılaşma”dır, aynılaşma ise totalitarizme uzanan yol. Kendini birey olarak konumlandıramayan kişi, varlığını hayali ve sabit bir bütünün parçası sayar daima. Kolektif kararlar, kolektif yargılar, kolektif kalıplarla hareket eder. Bu zihniyetin hakim olduğu ortamlarda “farklılık ve sapma” minimize edilmiştir. Oysa bunlar olmadan ne sanat gelişir ne edebiyat. Sanatın ve edebiyatın olabilmesi, yeşerebilmesi için “bireysellik” elzemdir. Daha da ileri gidelim, kulağa pek hoş gelmese de, sadece “ben” vurgusu değil, bencillik de gereklidir sanatçıya, edebiyatçıya!
Üniversitelerde bir grup, bir kesim, bazen de bir “ordu” olmaktan gurur duyarcasına hareket eden gençlere bakıyorum bir süredir. Grup halinde hareket edip ynı aolmakla övünen, “biz” ve “onlar” ayrımından beslenen, “biz” kısmını mümkün mertebe tek renkli, tek sesli kılmak isteyen gençler. Hem sağda hem solda mevcut bu yapılanma. Kanımca alabildiğine endişe verici böylesine kanıksanmış, bu kadar derine işlemiş bir “aynılaşma”. Zaten bireysiz bir eğitim sisteminin rahlesinden geçiyoruz. Bu bastırmayı tam da sorgulayacağımız zaman üniversite çağı, o zaman da tutup gene aynı kültürü yüceltiyorsak, hele hele bunu bilmeden yapıyorsak... Okullarda okutulan biçimiyle tarih insansız bir akış, bireysiz bir kütle; düşman sûretsiz bir Öteki, böylesi yeğ, böylesi çok daha iyi, olabildiğince ürkmek ve ürkütmek için bilinmeyenden.
Saltanat kayığından sallanan el kadar soyut
Saltanat kayığından sallanan el kadar ulaşılmaz,
Geçmişin insan sûretleri...
Bu yüzden mi sûret yoktur minyatür geleneğinde? Kıyafetler özenli, saçlar özenli, başlıklar, hotozlar, kavuklar, pabuçlar, havuzlar, bahçeler mekânlar özenli... ama suratlar alabildiğine özensiz resmedilmiştir minyatürde. Kılık kıyafet aracılığıyla ayrılır insanlar, yüz hatları ya da ifadeleri aracılığıyla değil. Toplumsal eşitlik değilse bile, sûretsel eşitlik, hatta sûretsel aynılık vardır minyatür sanatında. Aynı tornadan çıkmışçasına insanların yüzleri, aynı kalıptan dökülmüşçesine ya da aynı aynadan yansıyan yansımalarmışçasına, bireyselliğin teşvik edilmediği bu cemaatçi kültürde.
Sahi nasıl yaşar, ne yer ne içer, neye ağlar neyle gülerdi geçmiş asırlarda yaşayan ve ‘sıradan’ addedilen bireyler? Kim bilir ne çeşitli, nasıl da benzemez ama farklılıkları içinde belki de bir o kadar tanıdıktılar? Resmi tarihin gözü bunları görmedi. Sokağın seslerini, gündelik hayatın katmanlarını, ehemmiyetsiz gibi görünen ama aslında bir kültürü daim ve özel kılan ayrıntıları yakalayamadı... Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nice şey değişti memlekette. Değişmeyen, ‘sıradan insan’dan esirgenen sûret oldu.. Yüzler silindi; bireysellik toplumsala tabi tutulurken farklılıklar değil, aynılıklar vurgulandı bir kez daha. ‘Marjinal’ addedilen itelendi bir kenara. Vatan uyumla atan bir nabız, tek yürek, tek nağme; imtiyazsız ve sınıfsız bir kütle yaratma yolunda.
İnsansız fotoğraflar geleneğinden geliyor bu memleket. Bireysiz tarih, geçmişsiz ulus geleneğinden... Tarih ya bir an evvel kurtulunması icap eden bir yük, ileriye sıçramak isteyenlerin ayaklarındaki paslı pranga ya da parlatıla parlatıla sahiciliğini yitiren bir efsane, ileriye sıçramak isteyenlerle beraber sıçramak istemeyenler arasında. Reformistlerin nezdinde kokuşmuş bir kadavra, bir an evvel gömmek gereken; iade-i itibar edilmesi gereken ulu bir miras muhafazakâr camiada. Jakobenler de statükocular da ilgilenmiyor ‘mikro’ tarihle. İlgilenseler Osmanlı’nın ne öyle bir tarafın iddia ettiği kadar durağan ve bağnaz, ne de öteki tarafın sanmak istediği kadar yücelerden yüce olduğunu görecekler. Daha az genelleme yapabilecek ve daha çok nüans fark edecekler, eğer ilgilenseler ‘sıradan’ addedilen insanların anıları, hikâyeleri ve en nihayetinde, o hikâyelerdeki suskunluklarla.
Elif Şafak